Photobucket

6 Ağustos 2010 Cuma

Sizin hiç babanız öldü mü?/Benim bir kere öldü kör oldum



Bir ölünün arkasından ne kadar yas tutulur? Toprağın derinliklerinde karanlığa terk edilen bir bedenin sıcaklığı dudaklarımdan silindiği zamana kadar mı? Kimi bekliyordu açık kalan o ela gözler, ne söyleyecekti aralık kalan o dudaklar? Hiç bilemeyeceğim yeni sorularım var elimde şimdi…

Üç gün geçti… Sanki hiç geçmedi zaman, sabaha karşı 5’te donakaldı. Ya da o kadar büyük bir boşlukta sallandı ki zamanın sarkacı ben uyudukça uzadı dakikalar…

Uyuyorum… Günlerdir uyuyorum… Gözlerim eli tespihli ağzı dualı teyzelerin dudaklarına dikili dursa da uyuyorum… Herkes gibi ellerimi gökyüzüne açmış bu sızının dinmesini beklerken içten içe uyuyorum… Ağlamamak için uyuyorum… Ağlamamı istemezdi.

“Bundan ötesi yok!” dedi babam son konuştuğunda, kulaklarımda çınlayan son sözleri: “Çilem, kızım, yol ver!” Gitmeni istemedim, acı çekmeni istemedim, seni üzmek istemedim… Bembeyaz çarşaflar içinde günden güne soluklaşırken sen orada, tam yanında durayım, ateşten kavrulan ellerini avucuma alıp saatlerce sana bakayım istedim. Son nefesini yanımda al istedim. Seni son gören ben olayım istedim hep. İstediğim ve istemediğim her şey oldu…

Şimdi insanlar bana senin nasıl biri olduğunu anlatıyorlar. Oysa ne kadar tanıyorlar seni? Ben ne kadar tanıyabildim seni? Son günlerinde içinden fırlayan o haylaz çocuğu niye bilemedim hiç? “Bebeğim mi oldun sen benim?” dedim sana; metal kaşığın içindeki suyu yudumlarken sen. Nasıl güzel söylüyordun hani alt dudağını büküp ”Eveeet”.

Ben şimdi hem babamı hem bebeğimi mi kaybettim?

8 Mart 2010 Pazartesi

ne mutlu kadınım diyene (!)


* Kadınlara karşı şiddet dünyada en yaygın, ancak en az cezalandırılan suçtur.

* Tahminlere göre 113 ile 200 milyon arasında kadın demografik olarak “kayıp” (yok) görünmektedir. Ya doğar doğmaz öldürülmüşler (erkek çocuğun kız çocuğa tercih edilmesi) ya da erkek kardeşleri ve babalarıyla eşit derecede gıda ve tıbbi olanaklara ulaşamamışlardır.

* Fuhuşa zorlanan ya da bunun için satılan kadınların sayısı yılda 700.000 ila 4.000.000 arasındadır. Cinsel kölelik düzeninden elde edilen kazançlar yılda tahminen on iki milyar dolardır.

* Küresel olarak, on beş ile kırk beş yaş arası kadınlar, kanser, sıtma, trafik kazaları ve savaşlardan daha ziyade, erkek şiddetinin sonucu hayatını kaybetmekte veya sakatlanmaktadır.

* En az üç kadından biri dövülmüş, cinsel ilişkiye zorlanmış ya da hayatı boyunca başka türlü suistimal edilmiştir (tecavüz, kötü davranış). Genellikle, suistimal eden kişi aileden bir üye ya da kadının tanıdığı bir kimsedir. Ev içi şiddet, bölge, kültür, etnik köken, eğitim, sınıf ve din ne olursa olsun kadınlara karşı en yaygın suistimal şeklidir.

* Dinsel, kültürel vb. nedenlerle yılda iki milyondan fazla kız çocuğunun genital organlarına hasar verilmektedir (kadın sünneti). Bu oran, 15 saniyede bir kız çocuğudur.

* Sistematik tecavüz yeryüzündeki birçok çatışmalarda bir terör silahı olarak kullanılmaktadır. Ruanda soykırımı (1994) esnasında 250.000 ila 500.000 kadının tecavüze uğradığı tahmin edilmektedir.

* Araştırmalar, kadına karşı şiddet ile HIV virüsü arasında yükselen bağlantıyı göstermekte ve HIV bulaşmış kadınların daha fazla şiddete maruz kaldıklarını, şiddet kurbanlarının da HIV bulaşma risklerinin daha yüksek olduğunu ortaya koymaktadır.


=>vikipedi'den alıntıdır.

4 Mart 2010 Perşembe

dilek tuttum kabul olsun...amin


bugün bir daktilom olmasını o kadar çok istedim ki. o her harfte çıkan tıkır tıkır sese ne kadar ihtiyacım vardı. yazacak bir şeyler mi birikmişti? yazacak her zaman bir şeyler vardır. "e, ne daktilosu, demode oldu." falan demeyin sakın. değişik bi mutluluk kaynağı benim için daktilo. çocukluğumu çağrıştırıyor biraz.

şimdi penceresi, ağaçlık bir bahçeye bakan bir odaya kapanıp güzel bi melodiye kaptırsam kendimi şöyle tıkır tıkır... tıkır tıkır... tıkır tıkır... tıkır tıkır... ne güzel olurdu!

20 Şubat 2010 Cumartesi

sevgililer gününüz kutlu olsun!



tarih 14 şubat 2010

bu günü dışarda geçirmeye karar verdiğimde henüz yaptığım şeyin iyi mi kötü mü olduğunu bilmiyordum. her adım başında bir eli çiçekli bir eli hediye paketli çiftlerden oluşan manzaraya hazırlıklıydım oysa. sevgilim olduğu zamanlarda bile kutlamaktan ısrarla kaçındığım bu günde yalnızlık duygusu her bir hücremi yavaş yavaş ele geçirirken üstelik evde bir başıma olma fikri dayanılmaz gelmişti nedense. birkaç gün öncesinden !f istanbul film festivaline bulduğum bilet içimi açmıştı. filmle ilgili pek fikrim olmamasına rağmen teklife balıklama atladım ki şimdi çok yerinde bir kararmış diyorum.

Tanrı'nın aşıklara armağanı güneşli bir günde ben İstiklâl'in henüz kalabalıklara boğulmadığı bir saatte ilk kez karşılaştığım İzlem'le daha önce hiç oturmadığım bir kafede çay içmekle başladım güne. bizi birleştiren, sanal ortamda paylaştığımız film zevkimiz oldu. bileti de o hediye etti zaten.

"go get some rosemary- git biberiye al gel"

!f istanbulun sitesinde filmin konusu şöyle geçiyor: Film, aylarca başıboş bir hayat süren 34 yaşındaki savruk ve sorumsuz Lenny’nin iki oğlunu okuldan almasıyla başlar. Zamanla, 7 ve 9 yaşlarındaki bu iki afacan çocukla birlikte kendi yaşını ve onların babası olduğunu unutan çocuk ruhlu Lenny’nin, boşanmış ve hayatını boşlamış bir adam olduğu anlaşılır. Bir sinemada makinist olarak çalışan Lenny, yılın birkaç haftasını çocuklarıyla birlikte, kendi küçük ve derbeder stüdyo dairesinde geçirmektedir. Çocuklarının kısa süreli hayatına girmesiyle birlikte eski eşi, yeni sevgilisi ve tuhaf arkadaşları arasında Lenny iyice dağılmaya başlar.

Lenny'nin hayatına ve içinde bulunduğu boşluk-sıkışmışlık arası hisse üzülürken aslında ne kadar sevgi dolu bir baba olduğunu görmekse içimi daha çok acıttı. üstelik bir sahne vardı ki asla unutamayacağım. son anda işe gitmek zorunda kalan babamız çocukları bırakacak kimse bulamaz,uyandıklarında evde kimseyi bulamayınca korkmasınlar diye bikaç saat fazla uyutmaya karar verir çocuklarını ve onlara kullandığı sakinleştiricilerden birinden sekizde bir oranında verir ve bu çocukların yaklaşık üç gün uyumasına sebep olur. sorumsuzluğun böylesine pes diye kızarken adamın çaresizliğine acımamak elde değildi.

film sonrası sokağa çıkar çıkmaz tekrar sakin bir köşeye kaçma dürtüsü uyandı içimde zira dışarda bayram günlerine has bir cıvıltıyla etrafına gülücük saçan ve "hey siz yalnız insanlar bugün dışarda olmakla ne halt ediyosunuz" bakışlarıyla kocaman kocaman adımlar atan çiftlerden oluşmuş bir ağın içine düştüğümü sandım. cep telefonumsa bekar arkadaşlarımın "sevgilisi olanın da olmayanın da" diye başlayıp giden kutlama mesajlarıyla dolmuştu. bu günü normal bir pazar günü gibi geçirebilmeyi istemekle hata mı etmiştim diye düşünürken kendimi !f İst. un etkinlik binası The Hall'a attım.

yaşayan kütüphane'den sevgilerle

İstanbul Avrupa Kültür Başkenti (AKB) ajansından tanıdığım, arkadaşlığını benden esirgemeyen Serdar sayesinde haberdar olduğum ve daha önce böylesini deneyimlemediğim bir aktivitede buldum kendimi. Yaşayan kütüphane "kitabı kapağına göre yargılama!" sloganını kendilerine şiar edinmiş bir organizasyon. bu kütüphanede kitaplar canlı ve siz onları yarım saatliğine raflarından alıp kendi hayatınıza dahil edebiliyorsunuz. böyle anlatınca kafa karıştırıcı oluyor biliyorum. ilk duyduğumda ben de anlam verememiştim. önemli nokta şu ki kitap olmayı seçenler toplumda dışlanan, hor görülen, ayrımcılığa uğrayan ve ön yargıyla yaklaşılan insanlar. kimler yok ki içinde; kürt kitabından arap kitabına, lezbiyeninden stk çalışanına,yahudisinden feministine rengarenk bir kütüphane.

kafamda şizofren kitap okuma düşüncesiyle kapıdan adımımı atar atmaz o kadar çok gülümseyen insanla karşılaştım ki bu birazdan dahil olacağım şeyin kesinlikle çok doğru olduğunu hissettirdi bana. insanlar meraklı, çekingen, yardım etmeye çalışan bakışlarla dolanıp duruyordu küçücük girişte. kafamda şizofren kitap okuma düşüncesiyle girdim dedim ya beni en çok üzen kitabın kapağına bile yaklaşamamış olmaktı. ama onun yerine birbirinden ilginç ve keyifli dört okuma gerçekleştirdim. önce transeksüel kitapla başladım okumaya. bir an gözleriniz büyüdü sanırım bu cümleyi okurken, değil mi? nasıl biriyle karşılaşacağımı bilmeden okuma kartımı alıp, içimde hiçbir önyargı olmadan ama alabildiğine merakla, görevli arkadaşın peşine takıldım. Ve Seyhan'la tanıştım. Ki okumanın gizliliğini bozmamak adına ne konuştuğumuzu anlatmayacağım burada. ama o özgüveni, o sağlam duruşu ve akıp giden konuşmayı kolay kolay unutamayacağımı biliyorum. sonrasında ikinci kez şizofren kitaba ulaşmaya çalışırken bu kez psikolog kitapla buluştum. ve arkasından ressam kitabım Başak. mekanın en karanlık ve sakin köşesinde kendimize oturacak yer bulup da önce çekingen sonra giderek samimileşen bir sanat sohbetinin ardından uzun zamandır dökemediğim kelimeleri söylememe ve bu yazıyı kaleme almama vesile olan bir hediye verdi Başak bana. şimdi odamın en sevdiğim köşesinde -Guernica'nın ucuz bir kopyasının asılı olduğu yerde- bana uzaktan göz kırpan bir hediye duruyor. son bir kez şizofren kitaba ulaşma denemesinde bulunup da kitabın artık okuyucu kabul etmediği haberini alınca üzülmedim desem yalan olur. gün boyu ulaşmaya çalışıp ulaşamamış olsam da sayesinde üç farklı renkle karşılaştım. ve pes etmeyip son kitabımı rafından istedim: Ermeni kitap. karşıma su gibi güzel bir genç kız çıktı. ismi Tabita'ydı. ceylan anlamına geliyormuş. iki farklı millet diye aramıza çizilen o hayali sınırı hiç bilmiyormuş gibi ağırlıkla kültürden,edebiyattan konuştuk.

çıktığımda saat 6'yı geçiyordu ve benim zihnimde yeni bir okunacaklar listesi çoktan açılmıştı bile. ufak ufak atıştıran yağmurdan sakınmadan, karanlığın çöktüğü ve sevgililerin yavaş yavaş demlenmeye aktığı bir caddeden geçerek kalabalığa karışırken kendi kendimle ne kadar uzun zamandır vakit geçirmediğimi anladım. ve her an her yerde ne kadar yalnız olduğumu hissederken aslında o kadar da kötü olmadığını hatırladım bu yalnızlığın. kendime Yeşilçam kafe'de bir kahve ısmarladım ve yanımdaki boş kağıtlardan birine bu yazının belki daha duygusalını ve daha karmaşığını karaladım. bunu yaparken elimdeki kahveden karalanmış kağıdıma da bir damla ikram ettim tabii.