Photobucket

21 Aralık 2009 Pazartesi

aylardan martmış,günlerden perşembe...


Düşlerimde ucu bucağı gözükmeyen bir denizin üzerinde yüzükoyun uzanıyorum. Ağzım ve burnum suyun içinde, kulaklarımsa dışında. Sakince nefes almaya çabalıyorum, alıyorum da. Bir yandan da kapı zilini duymaya çalışıyorum. Birini bekliyormuşum. Beni kurtarması için değil, sadece oturup konuşmak için...

Bu rüyayı her gördüğümde soluk soluğa uyanıyorum. Kan ter içinde kalışımı biri görse gerçekten sudan çıktığımı sanır. Yanılıyorum tabii ki. Yanımda bu halimi görecek kimse yok.

demek budur yalnızlık dedikleri...

9 Temmuz 2009 Perşembe

"hayatın neresinden dönülse kardır"


Azımsanamayacak kadar ölmüşüm / Azımsanamayacak denli ölüyüm... Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek... Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını, geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye.

Nilgün Marmara


5 Temmuz 2009 Pazar

kendim ve ben

kendime yalan söylemeye başladım yine. en başa döndük sanırım. huzursuzluğun hat safhaya vardığı ve gözlerimin artık içimdeki karanlığa dayanamayıp başkalarının iç çekişlerine dadandığı günlerdeki gibi huzursuz ve "kara"yım.

oysa küçük bir kız çocuğuydum ben eskiden, ne zaman büyüdüm ve katılaştım?

28 Nisan 2009 Salı

...

Filmi henüz izlemesem de doğru an için zaman kolluyorum. Kitabın tadını sindirmek istediğimdendir belki, kimbilir.

merak edenler için: http://www.golgesizler.com/

Kar neden yağar?




Önce radyoda Candan Erçetin'in iç yaralayan sözcüklerini işitmemle başladı her şey:"Geçimsizim bu günlerde/Kimsesizim bu yerlerde/Değersizim bu ellerde/ Gölgesizim her gün her yerde". Sonra, bir gazetenin ara sayfalarında tam sayfa bir röportaj çekti dikkatimi. Hasan Ali Toptaş'ın zihninden geçenleri senaryolaştırmanın güçlüğünden bahsediyordu yönetmen, bir uyarlamadan bahsediyordu. Kimbilir kaç gün kaç gece sonra, sol kulağında parlak taşlı küpesiyle, doğu ağzının hırçınlığını harmanlayan adamın öğretmenler odasındaki masa üzerine dizdiği gıcır gıcır kapaklarıyla korsan kitap olduklarını pekala gizleyebilen kitaplar arasında gülümsedi bana GÖLGESİZLER.

Her sabah aynı minibüste karşılaştığım, ne yer, ne içer diye meraklanmadığım, selam verip de geçmediğim ama çizgileri hafızamın bilmediğim bir yerine takılı kalmış onca insan yüzünden biri gibi oradan,masanın üzerinden, Elif Şafak'ın Aşk'ı ile İskender Pala'nın Katre-i Matem'i arasından bana göz kırpıyordu Hasan Ali Toptaş'ın Gölgesizler'i.

Bu kadar rastlantıda bir hayır vardır diyerek parayı küpeli adama uzatıp kitabı kalbime aldım. Kelimenin tam anlamıyla hem de. Bir solukta sözcükleri içmeyi ne özlemişim! Hatta öyle bencilleştim ki kitabın sonlarına doğru, bitmesin diye birkaç gün ara bile verdim.

Gerçekle düşün, soyutla somutun, kendimle ötekinin, içimle dışımın birbirine karıştığı, yaklaştığı, birbirinden ayrıldığı noktaların bir berberin camına yansıyışını, bir yılan olup -adı olmayan- Cennet'in oğluna sarılışını, Bekçi olup Hacer'in tenine yayılışını, Güvercin olup kanat çırpışını gördüm. Her sayfada, zihnimde çalkalanan sesleri -bu kez kusmak değil- saçmak istedim önüme gelene. Bir gün benim sandığım her şey birer birer gölge olsa, yok olsa ya da her şey yerli yerinde dursa da bilmediğim bir sokak arasında yolumu şaşırsam, olmayan bir evin kapısında yuvamı bulsam istedim.

Kitap bittiğinde bana yadigar atın ayağındaki kan kokusuna eş, Muhtar'ın vazgeçişindeki, çekip gidişindeki heybetle Rıza'nın bıyıklarındaki anason kokusu ve yüce çınarın yapraklarına sinen yaşlı amcaların sessiz merakları kaldı. Ve bir de bir "orta sayfa" haberini alıp yokoluşun resmini çizen bir adama karşı "Bu nasıl bir zihin Yarabbi!" dedirten bir hayranlık, bir merak, bir öykünme var elimde arta kalan.

2 Mart 2009 Pazartesi

Mış Gibi





Taşlarına kan damlamış kaldırımlar
Ve bir adım iz iz takip ederek onu
Düşüyor, sessiz.
Susuşun çığlığa dönüştüğü
Anlamını aradığı her harfin
Sebeplerin sakladığı
Ve boşluğa attığı bir bir
Sığınılan ne varsa
Düşüyor, içten.
Hayal ettiğin için orada
Ve tenini yumduğun için yok
Yokoluşun katran karası
Düşüyor, ayaz.
Kokulara yüklenen gemiler
İzlerini bırakırken karada
Tek bir bakış aciz
Bir tek aşk sızlıyor bak!
Ne yüksek tavanlı evler
Ne yosun kokusu odanı saran
Ne de yeni bir yılan koynuna gizlenmiş
Hiçbiri acıtmazdı
Yitirilen saflığın tadı kadar
Düşüyor,
Düşüme resmediyor
Varoluyor her unutuşta
"Mavi de kırılır"
Ve sen dönüşürsün yeniden
Bir pislik, bir kahraman
Aynı sese sığınmış iki ton arası
Bir fala çizilen kahve hatırası.

bekleme odası

Sonunda başardım sanıyorum. O kadar uzun bir zamandır susuyordum ki artık sözcükler kapalı dudaklarımdan taşıyor. Salihciğim mütebessim okuyor şimdi bu yazıyı biliyorum. "Hani yazmak istemiyordun?" diyor içinden. Ama paylaşmadan da olmuyor :)

7 Şubat 2009 Cumartesi

küçük kara balık

Berfin, abimin kızı. Bugün ona hayatının en büyük kötülüğünü yaptım belki de. Küçük kara balık'la tanıştırdım onu. Henüz 10 yaşında. Özgürlüğün, merak etmenin, sorgulamanın anlamını keşfetmek için çok mu küçük?

Aslında önce okumalıydı Küçük Kara Balık'ın öyküsünü. Kendime en çok kızdığım bu oldu. Oysa ben hem tiyatroyla - ki bu ikinci kötülüktür- hem de Kara Balıkla tanışsın istedim. Profilo'da oyunun afişini görünce inanamamıştım. Her şeye rağmen güzel şeyler de oluyor dediğim bir andı. Kötü bir uyarlamaydı, oyunda salyangozun ölümüne değinilmiyor, balıkçıl yerini ahtapota bırakıyordu. Evet, yorum farkı diyebilirsiniz. Peki, 12 bin çocuğu ve torunuyla denizin dibinde yaşayan yaşlı balık, Kara Balık'ın hikayesini anlatırken, bizim içimizi burkan Küçük Kara Balık'a ne olduğunu hiç öğrenemeyişimizdi. Oysa oyunda, ahtapotun sarmaladığı balığımız kurtuluyordu!!!

İyimser olmak ve küçücük beyinlerin algılarını yeterince zorlamamak adına yapılmış bir -değiştirme- olduğunu düşünmek istesem de Behrengi bu sonu düşünmemiş miydi sorusu da insanın aklına gelmiyor değil.

Berfin benim aksime oyundan gerçekten tatmin olmuş bir şekilde çıktı. Bunda hem kostümlerin göz alıcılığı hem de oyun başında dağıtılan maskenin de payı büyüktür sanırım. Eve döndüğümüzde bu günü yazmasını istedim ondan -öğretmenliğin getirdiği içgüdüsel tavır- beni kırmadı yazdı. Aslında bu yazı yiğenime ithafımdır. Büyüdüğünde bu günü hatırlar mı, hayatında bir şeyleri değiştirir mi bu gün zaman gösterecek.

07.02.2009
İstanbul

2 Şubat 2009 Pazartesi

"Deli ol, aşık olma"

"Delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. Delilik var olmuş bir zekanın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekanın var olmamağa devam edişidir. Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok."

Peyami Safa
Matmazel Noraliya'nın Koltuğu
18.basım, s.127

18 Ocak 2009 Pazar

milena'ya mektuplar


" Artık gözlerine bakınca eskisi gibi avunamıyorum. Güneşe dayanamıyorum artık Milena geri dönmeliyim, geri dönmeliyim. Yolunu kaybetmiş bir hayvan gibi gücümün yettiğince kaçıyorum. Ama onu da gittiğim yere götürebilir miyim diye düşünerek kaçıyorum. O belki gittiğim karanlıkları aydınlığa çevirebilir...
Neler olduğunu sen de benim gibi bir türlü tam anlamıyorsun. Büyük bir coşku ile karşılaşınca delirecek kadar ürperiyorum. Bir şey istiyorum, gürültüden, kalabalıktan uzak karanlığımda kendi başıma kalmak. Bir yerlere gizlenmek istiyorum bu isteğim ardından gitmek istiyorum..
Bendeki bu coşku bir yanardağın patlaması gibi olduğundan elbet dinecek bir gün. Ama bu coşkuyu oluşturan güçleri içimde taşıdığımı bilmek çok korkutuyor beni. Zaten yaşamım korkulara bağlı beni vareden bu korkular onlar yok olursa ben de yok olurum. Benim böyle olduğumu sen de biliyorsun, hatta böyle olmasaydım benimle bu kadar ilgilenir miydin? Patlamalar şu an bitmek üzere aslında mutlu olmam gerekiyor ama bunların her zaman olacağını bilmek korkutuyor beni..
Gözüm açıldı artık Milena, ama “beni bırakma” diyen yakarışmalarımı düşünüp de acı çekmene gerek yok. Bu konuda senin ateşin hala bütün gücü ile aydınlatmakta yüreğimi. O yüzden düşüncelerimde değişen bir şey yok. Ancak bu durumun ne senin için ne benim için kötü bir durum. Çünkü söylenmesi gereken en küçük doğru söz ilk söylendiğinde beni yıkmaya tepetaklak yuvarlamaya yeterlidir..."
kAfkA

Her depresyon eşiğinde Kafka okumayı çeker canım. Aşermek gibi, onun o 'kafkaesk' dünyasında boğulmayı isterim. Bunun bir tür arınma olduğunu düşünüyorum.Çünkü bazı yazarları okumak için onların ruhuna bürünmek gerekir.
Milena'nın anlamı çok büyük çok derin içimde. Ne yazık ki anlamlar kaybolmaya mahkum. Tutabildiklerim -ne kadar acı verse de- sözlere dökebildiklerimdir ancak...





14 Ocak 2009 Çarşamba

yeni bir hayat isterken birileri...

Sen eskiden de böyle miydin? Böyle içine kapanık, insanlardan uzak… İki çift lafı bir araya getirmeye takatin olur muydu arada bir de olsa? Ne zaman sustun? Ne zaman karar verdin vazgeçmeye, boyun eğmeye?

Bir akşamüstüydü, hatırlıyorum. Akşamüstleri henüz ızdırap vermiyordu sana böyle. Benle bağlarını kopardığın zamanlardı. İkinci kez karşılaşacağımız fikri arada bir seni yokluyordu biliyorum ama huzursuzluk belirtilerini buna bağlamamaya çalışıyordun. Ne kadar da çocuktun öyle zamanlarda! Kendini benim gözümle bir görebilseydin, bunu beceremeyeceğini biliyordum, o zaman aklını başına alır ve o anın tadını çıkarırdın. Ama sen ne yaptın? Olur olmaz her şeye boyun büktün, burun kıvırdın. Tek başına küçücük odalara saklandın. Etrafındaki insanlara “beni rahat bırakın” diye öyle çok seslendin ki içinden, onlar da en sonunda vazgeçtiler senden. Yalnız kaldın. Oysa istediğin bu değildi öyle mi?

Şimdi durmuş geçmişin hesabıyla boğuşuyorsun. Nerede yanlış yaptığını anlamaya çalışıyorsun. Tanrı’yla kavgalar ediyor ve en sonunda yine ona sığınmakta buluyorsun çareyi. Arkadaşların akıl sağlığından şüpheye düşüyorlar zaman zaman. Eskilere sövüp dururken birdenbire olur olmaz şakalarla gülmekten yerlere yatıyorsun. Böyle anlarda oyunculuğunla gurur duyuyorsun biliyorum. Ah, ne kadar iyi tanıyorum oysa seni. Bazen sana gitmek ister misin diye soruyorum. Duruyorsun önce. Bakışların donuklaşıyor, mahzunlaşıyorsun. Sağ elinin yüzük parmağındaki yara inceden sızlıyor. Gözlerini gözlerime dikip yeni bir solukla tam cevap verecekken. “Olmaz” diyorsun. “Bu kadar kolay olmamalı.” Ümitsizliğin içinde böyle debelenip dururken neden hala bir şeyler bekliyorsun?

Eskiden böyle kararsız değildin oysa. Ne istediğini o kadar iyi biliyordun ki bu uğurda yapamayacağın, harcayamayacağın hiçbir şey olmazdı, olamazdı. Şimdiyse karar senin için dipsiz bir kuyu gibi. Almaya çalıştıkça kendinden neler veriyorsun.

Çocuklarını seviyorsun. Şu sıralar yüzünü gerçekten gülümseten bir tek onlar var. Seni dinlerken takındıkları o hayran tavırlar, bazense susmak bilmeyen sözlerinden boğulmaları… Bu mesleği seviyorum diyorsun ancak her gün eve dönerken ben bunu mu istiyordum soruları aklını kurcalıyor biteviye. Onlara bile bağlanmak istemiyorsun öyle mi? Her gün aynı kısır döngü… Mutluluk-mutsuzluk arası sıkışmışlık hissi. Her şey ne kadar da durağan… Oysa sana tekrar sorsam gidelim mi diye ilk söyleyeceğin “Nereye?” olmalı, sonra dinle, beni, içindeki sesi, öteki seni. Hayatında bir kez beni dinle önce, dur hemen reddetme! Bilmediğin bir yer var ve emin ol ben de bilmiyorum. Birlikte keşfetmek. Ben ve ben. Birbirimizin ardından oyunlar çevirmeden.

Yine mi olmaz… Yeni bir hayat için biraz kan kaybetmedik mi ikimizde?

yazı yazmak neden gerekli?


Sesleri sözcüklere dönüştüren iç sesimizi dışa vurmak kadar zor olan ne var ki? bir de bu içsel sessizliğimizi hiç bilinmeyen, tanınmayan suretlerle paylaşmaya karar veriyoruz. Bu, bir delinin güncesi... Sesler, sözcüklere dönüşsün bakalım!